Selam,
Bugun TMK Magduru Çocuklar’dan V.A’nin durusmasinin oldugu Besiktas Adliyesi’nin onunde Cocuklar Icin Adalet Cagiricilari’ndan hepi topu 2 kisiydik. Neslihan Akbulut ve ben. Cagiricilardan Dogan Ozkan, Kerem Kurdoglu ve Naz Erayda daha erken gelip, kimseyi bulamayinca iptal edildi diye donmusler. Baska bir davasi icin adliyede olan cagiricilarimizdan hukukcu Gulizar Tuncer, yine cagiricilarimizdan V.A.’nin avukati Inan Akmese, en son TBMM’ye de gelip diger annelerle birlikte derdini anlatan Muzaffer A., V.A.’nin ablasi, abisi ve kizkardesiyle yagmur altinda, okunmak icin yazilmamis, Gulsum Ekinci’nin son anda kolajladigi metni fiil aninda toparlamaya calisarak, Neslihan’la okuduk.
Ekimde meclise girecegini soylediler, TBMM’ye gittik, anneleri goturduk ve tutuklu, sartli tahliye olup ceza almis ya da davasi devam eden TMK Magduru Cocuklar’in yureklerine bir Ekim umudu saldik, ne de olsa Ekim devrim ayiydi. Ama Ekim, T.S. Elliot’un Nisan’iyla yer degistirdi ve “Ekim en zalimidir aylarin” oldu. Simdi TMK Magduru Cocuklar’in yureklerinde bir “guvercin tedirginligi”…
Siyasetin zemini kaypaktir. Biz Cemil Cicek’in aciklamis oldugu TMK’nin uc maddesindeki degisikligin bir iyilestirme getirecegini ama bunun fena halde cuzi bir iyilesme olacagini, meseleye bir cozum getirmeyecegini anlatmaya calistik TBMM’de tek tek mebuslara, TMK’nin 6 maddesi, TCK ve TGYK’nin birer maddesi degismeliydi. Ikna olmus gibi davrandilar, ardindan annelerin yureklerinden kopan acinin tercume sozleriyle, mebuslarin da gozleri doldu. “Tamam” dediler, “Ekim” dediler, “oncelikli” dediler. Ama simdi yaprak kipirdamiyor.
Gundemden dusuverdi birden TMK Magduru Cocuklar. Son gunlerde fena halde pompalanan milliyetcilik ruzgarinin 3 bin cocugu kirmizi persembeye savurmasina musaade etmeyelim. Onlarin cocuk kalplerindeki “guvercin tedirginligi”ni hissetmeye calisalim. Simdi rehavet zamani degildir, tipki “Afrika haric degil” gibi… Yoksa suskunlugumuzun, fillsizligimizin heba olmalarina pasif mudahil ettigi 3 bin cocugun arkasindan, tipki Lady Macbeth gibi sayiklayacagiz “Arabistan’in butun esanslari cikaramaz bu kokuyu” diye, burnumuza kazinan heba edilmis cocuklarin kokusuyla.
Gulcin Avsar durusma cagirisini dun cok gec atti. Cocuklar Icin Adalet Cagiricilari’ndan Fusun Celikoz’un yazdigi gibi “sevgili arkadaslar. cagrilarin bir gun onceki aksam yapilmasi geleceklerin sayisini ciddi bicimde etkiliyor . ornegin ben mutlaka katilmaya calisiyorum istanbulda isem ama aksam gelen bir mesaji eger ertesi gun erken isim varsa evden cikiyorsam ancak bugunki gibi is isten gectikten sonra gorebiliyorum. yok mu bu isin bir caresi???” pek cok cagirici is isten gectikten sonra gordu ya da programlarini duzenleyemedi. Metin hazirlanmadi. Gulsun son anda kolajladi, Neslihan gidip internet kafeden cikti aldi. Ama okunmaya musait olmayan ve su ana kadar ki en yalapsap metnimizdi. Simdiye kadar ki hic bir etkinligi kacirmamis, 6-7 kisilik cekirdek kadromuz bile toplanamadi. Muzaffer anne tek kelime Turkce konusamiyordu, Neslihan Kurdceyi epey anliyor ama konusamiyor, ben sadece arada tek tuk kelime anliyordum. Tercume yapacak bir cagiricimiz bile yoktu…
Yani biz bir kez daha sinifta kaldik. Fiziki otekilestirici deyimdeki gibi “hem dersine calismamis, hem de sisman”dik. Ama bizim dersimize calismak yerine sismanlamamizin ceremesini biz degil, 3 bin cocuk cekiyor. TMK Magduru Cocuklar.
V.A. TCK 314/2, 151/1, 152/2-A ve TMK 5. maddeden yargılaniyor. Goc etmis, cok fakir, cok cocuklu bir Kurd ailenin cocugu. Yetim bir isci cocuk. 11.12.1990 dogumlu. Muzaffer annenin yurek soken kisik sesli feryadindaki gibi “ekmegine giderken almislar. curuyor, eziyet goruyor…”. Taksim’deki gosteriler sirasinda alinmis. Henuz 17 yasindayken. 5 Kasimdan beri hapiste. Cezaevinde 18 yasini doldurunca yetiskinler kogusuna sevk edilmis, son gunlerin pompalaman milliyetciligi onu da vurmus, kogusta daha fazla hirpaliyorlarmis artik. Kurd oldugu icin “PKK’li”, “terorist” deyip.
V.A.’yla gorusen psikolog, raporuna “6 ay kadar once oto kundakladigini” ve “bu isi olen agabeyi ile birlikte yaptigini” itiraf ettigini yazinca, Cumhuriyet Savcisi Ercan Safak “yasa disi orgut uyesi olmak” ve “mala zarar vermek” suçlarından 6 sene 20 gun ile 20 sene 4 ay arasinda hapis cezasina carptırilmasini talep eden bir iddianame hazirladi. 10 ay once Bahcelievler’de yanici madde dokulerek kundaklanan bir otomobilin failligi, ustelik bunu PKK adina yaptigi iddasiyla 17 yasindaki V.A.’nin omzlarina kaldi. Olay yerinde bulundugu iddia edilen bir gazetede V.A.’nin sol el orta parmaginin izi oldugu ve Yasin Demir isminde bir tanik cikti ortaya. Hos tanik esgal vermesine ragmen V.A.’yi teshis edememisti ama ne farkederdi ki !?
Bugunku ucuncu durusmada da tanik Yasin Demir, V.A.’yi teshis edemedi. Rapor yazan psikolog ise nedense mahkemeye getirilememisti. Avukat Inan Akmese, V.A.’nin tahliyesini talep etti ama Mahkeme gerekce gosterme nezaketi bile gostermeden reddetti ve durusmayi 3 Mart 2010’a berteledi. Yani V.A. bir sonraki durusmaya 14 aydir tutuklu olarak girecek.
Ji rovî fenektir tune ji eyarê wî pirtir tune. (Tilkiden kurnaz yoktur, ama kurku de coktur.)
HERKESIN COCUKLAR ICIN YAPABILECEGI BIR SEY VARDIR !
Sevgiyle kalin,
Mehmet Atak
DORDUNCU TMK MAGDURU COCUGUN HIKAYESI
Ben, bu ülkede yılda en az 6–7 defa kapatılan ve Kürtçe günlük yayın yapan Azadiya Welat isimli gazetede dağıtımcılık yapıyordum. O gün de gazetemde orada bir mitingin yapılacağını okudum. Gazetemi okuyanlar, genelde o kesim olduğundan oraya gitmek istedim. Miting sırasında gazeteleri bitiremedim ve hepsini bitirmek için o sırada yürüyüşe geçen kitle ile gütmeye karar verdim. Daha sonra geldiğimiz alan da gazeteleri bitirdim. Gazete bürosuna gitmek için yola koyuldum. Giderken birkaç kişinin bir okulda asılı duran Türk Bayrağını indirmeye çalıştığını fark ettim. Nedense polis kaynaklarında sadece orada durduğum görünüyor. Daha sonradan bayrağı yakmalarına engel olduğum anlar polis kameralarından silinmiş.
Daha sonra yolda yürürken ‘polisin attığı taşlardan’ kaçmaya çalışırken polislerce yakalandım. Beni tuttukları andan itibaren üzerime cop yağmaya başladı. Başımdan ayak parmaklarıma kadar vücudumda cop darbesi almayan bir yerin olduğunu sanmıyorum. Bir cop, benim sol elimin işaret ve orta parmağı arasındaki boşluğa isabet etti. Ve sonradan doktorun söylediğine göre kemik çatlamıştı. Ve beni eğerek götürmeye başladılar. O sırada asfalttan başka bir şey göremiyordum. Polislere beni bırakın dedikçe kıvrılan kolumu daha da sıkıyordu. Polis otobüsünün önüne geldiğimizde bir polis beni doğrulttu ve var gücü ile otobüsün önünde duran çelik korumalıklara doğru iterek göğsümün oraya çarpmasına neden oldu. Sonrada alay edercesine “Ağabeycim yavaş yaa. Bir yerin incinecek. Neden öyle yapıyorsun.” dedi…
Polis otobüsüne bindirildik. Vücudumuzun her tarafından adeta bir fıskiye gibi terler akıyordu. Şoför koltuğunda oturan polis arabanın klimasını açtı. Bunun üzerine bir polis ona doğru bakarak “Ne yapıyorsun, hemen kapat şu klimayı da bu o. çocuklarına bir hamam sefası çektirelim de akılları başlarına gelsin’ dedi. Sonra ise aynı sıcaklık geri döndü. Ve biz de bunalmaya devam ettik.
İkişer olarak hastaneye ‘Sağlık raporu’ almak için hastaneye götürüldük. Otobüsten çıktığımda – ki hep gözlerimin önüne geliyor – bizim ile yakalanmış bir adamın başı otobüsün altına sokularak 7–8 polis tarafından dövüldüğünü gördüm. Ve o anda artık yaşama veda etmeye başladım. Hastaneye götürüldüğümüzde bizi doktorun odasına soktular. Doktor, elimdeki şişliği görür görmez benim elimin röntgenini çektirmek istedi. Polisler engel olmaya çalıştı ama sonunda elimin röntgenini çektiler. Polis odasına girer girmez yanağımda bir tokat hissettim. Baktığımda tekerlekli sandalyede oturan uzun boylu bir polisin bana ‘Hatırladım lan seni, sen bir leşte bana taş atıp, başımı yarmıştın’ dedi. Çok şaşırdım. Ve ona bakarak ‘Ağabey leş ne?’diye sordum. O da bana ‘leş oğlum leş, yani cenazede’ diye cevap verdi. TEM’E (Terörle Mücadele Müdürlüğü) götürmek üzere bir polis transitine bindirdiler bizi. Bizi TEM’ in arka kapısından içeri soktular. İçeride sıraya dizdiler ve o sırada hakaretler ve sorular başladı. Her kafadan bir soru çıkıyordu. Kimin hangi soruyu kime sorduğunu bile anlayamıyorduk artık.
En başta ben vardım. Bir komiser yanıma geldi ve bana: “Oğlum yediğin boktan memnum oldun mu?” diye sordu. Ben de ‘Ben hiçbir bok yemedim’ dedim. Bunu üzerine o polis komiseri sağ eli ile yanağıma iki tokat patlattı. Ve sonra diğer eli ile diğer yanağıma iki tokat patlattı. Bu tokatları yediğim için kendimi şanslı hissediyorum. Çünkü diğer 3 arkadaşım benim kadar ucuz kurtulamadılar. Aynı polis diğer arkadaşların karınlarına diz ve yumruklar attı. Dayak faslı bittiğinde kimliklerimizi istediler. Yalnız iki kişi de kimlik vardı. Diğerleri çıkarmayınca bir polis “niye kimliğinizi taşımıyorsunuz lan” diye bağırdı hemen akabinde bir diğer polis: “ben biliyorum ağabey. Üzerinde Türk bayrağı var diye taşımak istemiyorlar bu piçler” dedi kızgınca. O sıra gözaltına alınan diğer arkadaşlar getirildi. Onlar, dayak faslına yetişmediler ama hakaretlerden nasiplerini aldılar.
Polis Şube’yi aradılar ve bizi almaları için bir ekip gönderilmesini istediler. Bizi aldılar ve Çocuk Şube Müdürlüğüne doğru yola çıktık. Oraya gittiğimizde 40 yaşlarında olan bir komiser bizi kapıda karşıladı. Ve bize “biricik sevgililerim nerde kaldınız ben de sizleri bekliyordum” dedi. Bizi ikinci kata götürdüler. Orada epey bir beklettiler ve işlemlerimizi yapmaya başladılar. Gece saat 01.30 sıralarında, bir polisten su istedim. O da elindeki su şişesini bana gösterdi ve ‘ulan sen bu suyu hak etmek için ne yaptın ki su istiyorsun, sana su mu yok’ dedi. O sırada dona kaldım. Bu durgunluğun sebebi de, ötekileşmenin yüzüme vurduğu tokattı. ‘Öteki’ yerine sokulmak, yüzüme olanca gücü ile hayatım boyunca unutamayacağım bir tokat vurdu. Sabah saatlerinde küfürler ile uyandırıldık ve bir polis bize ‘uyanın hadi uyanın taş attığınız polisler şimdi sizin ananızı … de görün siz” dedi. Bizi parmak izi almaya götürdüler.
Orada beni diğerlerinden ayırarak başka bir binaya götürdüler. Yolda bir polis nasihat etmeye başladı. Ve bana “Bak, gittiğimiz yerde ağabeylerine doğru cevap verirsen sana bir şey olmaz dedi. Derken kendimi Terörle Mücadele Şube Müdürlüğüne götürdüler. Bayrak indirildiği sırada orda olduğumdan, bayrağı indireni tanıdığımı sanmışlar. Orada beni ‘ajanlığa’ zorladılar. Bak bize yardım edersen, videoları sileriz gibisinden laflar söylemeye başladılar. Derken bir polis bana “tama lan, bayrağı indireni söyle hemen çık git seni bırakacağım dedi. Söylemedim çünkü tanımadığım bir kişinin ismini söylemem düşünülemezdi.
Dönüşte bir arkadaşın gizleyerek içeri soktuğu cep telefonu yakalandı. 24 saatimiz geçtiği için bizi yeniden hastaneye götürdüler. Dönüşte bir polis bize ‘Öcalan’a küfür atsanıza’ dedi. Kimseden bir ses çıkmayınca ‘Yemiyor değil mi lan’ diyip bir arkadaşa tokat attı. Arkadaş aldığı tokadın etkisi ile kafasını duvara çarptı. Sonra da bir arkadaş bakıp ‘zoruna mı gitti oruspu çocuğu’ diyip tokatladı. Ve arama sırasında ise hepimizi iç çamaşırımıza kadar soydular. Ve tehdit edercesine bize bakıp: “Lan oğlum bir yerinize bir şey sakladınız ise çıkarın. Vallahi içeride eldiven var, kıçınızı açar ararım.” dedi.
Mahkemeye çıkacağımız gün ise yine faciaydı. Savcı karşısına çıktık. İfademi aldığı sırada Savcıya basın kartımı gösterdim ve gazetede çalıştığımı kanıtladım. Ama gazetenin ismi yüzünden her zaman ki gibi o kart geçerli kabul edilmedi. Aynı tavrı Hâkim de tekrarladı…
Mahkemelere çıkışımız da yine bir faciaydı. Her mahkeme günü sabah saat 08.15’te koğuştan alınıyorduk ve çoğu zaman da akşam saat 09.00’a kadar adliye sarayındaki nemli nezaretlerde tutuluyorduk. Ve yine her geliş gidişlerde kelepçeler de takılıyordu. Ve sadece bir mahkeme dönüşünde takılmadı sanıyorum onun sebebi de avukatın muhakeme salonunda itiraz etmesiydi.
Cezaevinde çok yoğun yaşanan sorunlar vardı. Bunlardan bazılarını sıralamak istiyorum.
Örneğin;
* Yemekler yetersiz ve lezzetsizdi.
* Koğuş defalarca ilaçlanmasına rağmen adeta hamam böceklerine ütopya olmuştu.
* Kuduz fareler koğuşun içine dek geliyorlardı ve ağızlarında beyaz köpükler akmaktaydı.
* Diş revirinden kaynaklı çok büyük sorunlar yaşanıyordu. Örneğin bir gün yemek karavanasından (yemeklerin koğuşlara dağıtıldığı kaplar) bir adet diş çıktı.
* Bir bayan gardiyan vardı ki onu linç etmemek için zor tutuyorduk kendimizi. Gelen bayan görüşçüleri arama sırasında onur kırıcı bir şekilde arıyordu. Ve en son da bir arkadaşımızın kardeşini – bebek- bilerek masadan düşürdü. Ve sonrada “ölsün gebersin” diyip alay etti. Ve işin anlamadığım- anlayamadığım bölümü ise sözüm ona TTB tarafından bizim sorunlarımızı dinlemeye gönderilen Doktorlardan Ayşe Avcı adında biri “ iyi etmiş. Ben olsam bende aynısını yapardım.” Gibi sözler sarf etti.
* Aynı doktor (Dr. Ayşe Avcı) çok gereksiz laflar kullanıyordu. Ve bunlardan bazıları ise bir arkadaşın sorusu üzerine, “Ben tam 10 tane TEM (Terörle Mücadele) polisine bedelim. Ben olsam gözaltında size işkence yaparım. Gibi sözlerdi.
* Daha önceden bozuk olan buzdolabımızın tamiri için Müdür’e her söylediğimizde “Bakanlıktan istedik, gelecekler” diyordu. Ama TTB dan gelen heyete söylediğimizden sonra “ Madem beni doktorlara şikayet ediyorsunuz o zaman dolabınıza o beni şikayet ettiğiniz doktorlardan alın” dedi.
* Gönderdiğimiz veya bize gelen mektuplar çoğu kez verilmiyordu.
* Mektuplarımızda yasa dışı olmayan kelime veya cümleler keyfi olarak siliniyor veya üzerleri karalanıyordu.
* Psikolog servisine çıktığımızda psikolog hanımın hakaretlerine maruz kalıyorduk biz sorunlarımızı paylaşmak için çıkıyorduk ama o bizimle siyasi tartışmalara giriyordu. Siz terör örgütü üyesisiniz ve siz teröristsiniz bunlardan sadece bir kaçı.
* Bir keresinde yemek kaplarından bir diş çıktı. Bir kesrinde ise 10 cm lik bir çivi çıktı.
* Revir ise tam bir işkenceydi. Revire sadece doktor cezaevine uğradığı zaman çıkıyorduk. Ki doktor da ayda bir ancak uğruyordu.
* Revire çıkarılmadığı için sabah sayımına çıkmayan arkadaşlarımız yataklarından zorla çıkarılıp sayım hizasına alınıyorlardı.
* Diş reviri yine öyle ilgilenen yoktu. Ben gittim dişimi tedavi ettireceğim dedim. Doktorun ise bana cevabı “zaten tahliye olursun dışarıda yaptırırsın” oldu.
* Suç itibari ile idarece düzenlenen kurslara dâhil edilmiyorduk.
* Mahkemeye çıkan arkadaşlarımızda bazıları siz teröristsiniz gibi laflar kullanılarak başka tutuklular tarafından hırpalandı.
* Başka koğuşlar ile alışveriş yapmamız yasaklanmıştı.
* Sıradan dergiler bile siyasi içerikli gerekçesi ile verilmiyordu.
* Kültür Bakanlığınca onaylanan ve denetim pulu verilen kitaplar keyfi uygulamalar ile verilmiyordu.
* Kürtçe şarkılar söylediğimizde marş söylüyorsunuz gerekçesi ile durduruluyordu.
* Diğer adli tutukluların göndermesine rağmen biz basın yayın kuruluşlarına mektup yazamıyorduk.
* Kantin üzerinden müthiş bir şekilde sömürülüyorduk. Her şey dışarı fiyatının iki katı olarak satılıyordu.
* Bize gelen giysiler sıfır ve ambalajında olmak zorundaydı. Önceden kullanılmış olanlar alınmıyordu.
* Diğer cezaevlerine gönderdiğimiz mektuplar verilmiyordu.
* Bize gelen mektupların % 60 verilmiyordu.
* Bizim talebimiz olmadığı halde bir imam haftada bir koğuşumuza gelip Kürtlere akıl almaz şekilde hakaretler savuruyordu. Ona karşı çıkan tutuklular ise Cezaevi 2. Müdürü tarafından cezalandırılıyordu.
* İHD ve Baro gibi kurumlara mektup yazamıyorduk.
* Cezaevi kütüphanesindeki kitapların % 50 si dinî, % 40 milliyetçi ve % 10’u da Hayvan Bilimleri’nden oluşmaktaydı.
* Tutuklu arkadaşlara sadece tek bir sigara markası gelebiliyordu.
* Sadece aybaşlarında gazete yazabiliyorduk. Ve yazdığımız gazeteler bilinçli olarak 48 veya 55 gün olarak değiştiriliyordu. Bu yüzden de gazeteler ayın ortasında bittiği zaman yeniden yazmak için aybaşını beklememiz gerekiyordu.
Yasal olarak çıkan Azadiya Welat gazetesi, Kürtçe yayın yaptığı için Siyasi içeriklidir gibi keyfi uygulamalar ile içeriye alınmıyordu.
* Yelek ve kapüşonlu elbiseler içeri alınmıyordu.
* Renkleri Yeşil, Kırmızı ve Krem olduğu için bir arkadaşımızın tişörtüne el konuldu.
* Bayramlarda diğer tutuklular ile görüştürülme imkânı tanınmıyordu.
* Türkiye Tabipler Odası tarafından Cezaevine gönderilen bir heyete sorunları aktardığımız için, bozuk olan buzdolabımız değiştirilmedi.
* Talep ettiğimiz yerel kanallar izletilmiyordu. Ama istemediğimiz halde TRT-6 kanalı kanal listesine eklendi.
* Çamaşırlarımızı banyoda ve son derece sağlıksız bir ortamda yıkıyorduk.
* Çamaşırlarımızı yıkadığımız yerde banyo yapmak zorunda kalıyorduk.
* Ya sıcak su verilmiyordu yada soğuk su. Yani ikisi bir arada akmadığından düzenli bir şekilde banyo yapamıyorduk.
* Sıcak su kısıtlı aktığından banyoya 3 erli 4 erli gruplar halinde girmek zorunda kalıyorduk.
* Sadece yaz aylarında kendimizin geliştirdiği ilkel yöntemler ile suyu ısıtabiliyorduk ve böylece yeteri kadar banyo yapabiliyorduk.
* Verilen meyveler yenilmiyordu.
* Ramazan ayında oruç tutan tutuklulara sahur yemeği diye 1–2 domates bir o kadar da salatalık veriliyordu sadece.
* Kendi imkânlarımız ile oluşturduğumuz kütüphaneye bile tahammül edilmiyordu. Ve havalandırmaya çıkarın deniliyordu. Havalandırmada da yağmur yağdığından kitaplar harap oluyordu.
* Çarşaflarımız, ancak bir heyet gelirse teftişten önce değiştiriliyordu. Ve bir keresinde teftiş bittikten sonra geri istendi.
* Mahkemelerde yasak olmasına rağmen kelepçeleniyorduk. Ve sadece mahkeme salonunda kelepçelerimiz açılabiliyordu.
* Askerlerden sık sık “Terörist” gibi hakaretler işitiyorduk.
* Yine askerler dosyalarımıza baktığında bizimle dalga geçmeye çalışıyorlardı.
* Tesisat sorunları ile ilgilenilmiyordu.
* Sandalyelerimiz ve masalarımız yetersizdi. İdare vermiyordu kendi imkânlarımızla almamız isteniyordu. Ama dışarıda 5 TL olan plastik sandalyeler içeride 15 TL, yine dışarıda 15 TL olan plastik masalar içeride 80 TL ye satılmaya çalışılıyordu. Bu yüzden de alamıyorduk. Ve bazı arkadaşlarımız yerde oturuyor ve yemek yiyordu.
* Bir arkadaşımızın babası sırf görüşte zafer işareti yaptı diye 1 yıllık görüşten men cezası aldı.
* Herkesten önce tutuklanmış olan A.Ç. adında bir tutuklu, A.P. diye bir Jitem elemanı tarafından ajanlık yapsın diye gönderildiğini açıkladı. Biz 2. Müdüre söylediğimizde aşırı bir reaksiyon yaşadı ve yine aşırı bir tavır gösterdi ve şüpheli hareketlerde bulundu. O tutuklu sık sık mahkemeye çıkarılıyordu. Ama dediğine göre mahkeme diye Adliye Sarayı’nın bodrum katında Jitemci A.P. tarafından ajanlığa zorlanıyor, kabul etmediğinde ise dayak yiyordu. Ve 13 aylık süre içerisinde sadece 2 kez hakim karşısına çıktığını, ötekilerde Adliye Sarayı’nın bodrumunda Jitem elemanı olan A.P. ile görüştürüldüğünü ve ona koğuşa gittiğinde “mahkeme ertelendi de” denildiğini açıkladı. En ilginci ise o tutukluya A.P. ismi ile para yatırıldığı da öğrenildi.
Son olarak bu zihniyetten, tamda tüm dünyada sadece Türkiye’de kutlanan çocuk bayramından sadece bir gün öncesi 7 yıl 8 ay ceza almış bir çocuk olarak diyorum ki;
TMK (Terörle Mücadele Kanunu) dedikleri üç harften oluşan bir temsili ideoloji tarafından mağdur edilmek… Her kes biz çocuklara TMK mağduru diyor ama ben öyle düşünmüyorum. Bizi mağdur eden TMK değil. Bizi mağdur eden asıl zihniyet, aslında bizlere Ö.S.K. mağdurları da denile bilir yani bizi mağdur eden asıl zihniyet, Özel Savaş Konsepti’ni ortaya çıkaran zihniyettir. Dolaylı yoldan da olsa Özel Savaş Dairesince yönetilen politikalardan biz de nasibimizi bu şekilde alıyorduk. Mezopotamya aslında uygarlığın kültür beşiğinde, yaşanılmayan çocukluklar anlamına geliyor. Sadece Türkiye’de değil bu mağduriyetler. Milattan Önce 8.000 yıla dayanan bir savaşlar dizisinin şu anda gerçekleşen bir bölümü de diyebiliriz…
Mezopotamya denince akla gelen ilk şey eşsiz bir doğa harikası ve dünyanın en bereketli topraklarından biri geliyor. Ama tüm çelişkiler gibi biz çocuklar da en büyük çelişkiler içerisinde büyüyoruz. Islah etme adı altında cezaevlerine atılıyor, en kötü muameleler ile karşılaşıyoruz. Biz yıllardır işgal edilmiş bir ülkenin çocukları olarak ve yine işgal edilmiş topraklarda büyüyecek olan bireyler olarak özgür bir gelecek istemenin ve işgalden kurtarılmış bir dünyayı istemenin suç olduğu bir yerde, sadece hayallerimiz ile yaşmak zorunda kalıyoruz.
‘İnsanlar hayalleri kadar özgürdür’ diye bir sözü anımsıyorum. Zaten bedenen tutsak olan bizlerin hayallerini de tutsaklaştırmak istiyorlar. Bizi mağdur etme adına ellerinden gelen her şeyi ama her şeyi yapıyorlar. Bir gün gazete dağıtımındaydım. Bir sitenin bahçesinde iki polis tarafından güvenlik kulübesine alındım. Bir polis emniyetteki arkadaşlarından birini aradı ve gazetenin toplatma kararı olup olmadığını sordu. Karşıdan olumsuz yani toplatma kararı olmadığını öğrenince arkadaşına aynen şu cümleyi söyledi: “…Ben çocuğu durdurdum, sen savcılığı ara. Savcı ile konuş, toplatma kararı çıkarsın. Ben de çocuğu bırakmayacağım, siz toplatma kararını çıkarın, ben de gazeteleri çocuktan alacağım…”
Böyle bir ülkede, hayal kurmanın bile suç sayıldığı işgal edilmiş topraklarda çocuk olmak, hele bir de çocuk yaşta cezaevine girmek gerçekten de yapılması gereken en son şeylerden biri. Hele bir de cezaevinde 28 kişilik koğuşta 37 kişi kalıyorsa… Bir toplumda var olan cezaevleri o toplumunun geriliğini gösterir. Ve bir ülke de cezaevlerinin sayısı arttıkça o ülkenin çağdışlılığı da artıyor demektir. Cezaevleri gerçekten de utanç kaynaklarından başka hiçbir şey değiller. Ve yine orası da çelişkiler ile dolu. Bir taraftan cezaevinin duvarına ‘Bir okul, on cezaevi kapattırır!’ yazısını yazan zihniyet diğer bir taraftan da adeta tüm okulları kapatmak istercesine elinden geldiğince öğrencileri cezaevine kapatmak istiyor. Gelinen aşamada bu ülkenin çocukları tarihe ‘Kürt çocuklar’ olarak değil, ‘Savaş’ın çocukları olarak geçti.
Bazen sorarım kendi kendime. Acaba bu kadar şeye rağmen biz neden hala barışta ısrar ediyoruz. Bizi ‘ötekileştiren’ bir ülke ile barışmayı neden bu kadar çok istiyoruz. Bu da gerçekten büyük bir fedakârlıktır. Biz cezaevinde iken gelen bir heyet içerisinde yer alan bit profesör bize şöyle diyordu: “…Ben sizin bu halinizi görünce çok şaşırdım…” gerçekten de şaşırmıştı. Çünkü bizi her şeyden umudunu kesmiş ve ‘cahil’ce bir şekilde savaş çığırtkanlığı yaptığımızı sanıyormuş.
‘Islah etme’ konusuna da değinmeden geçmeyeceğim. Her kes ‘bu çocuklar cezaevinde ıslah olmaz diyor. Haklıdırlar. Ama ben bu konuda somut bir örnek vermek istiyorum. Bu topraklarda polis, bizi ıslah (!) etme adına iki yönteme başvuruyor. Birincisi dövmek, ikincisi ise cezaevlerine atmaktır. Onların dediklerine göre polislerden dayak yiyen biri ıslah (!) olur…
2006 yılıydı. Hani şu 14 sivilin katledildiği ve tarihe 28 Mart olayları olarak geçen olaylar vardı ya… Sanıyorum ikinci günüydü olayların. Mezarlık dönüşü her zaman ki gibi polisler durduk yere bizi kovalamaya başladı. Ben de hiç önüme bakmadan, kendimi bir apartmana attım. Tabii o sıralar ufak – tefek bir çocuktum. Derken iki tane Çevik Kuvvet polisi ve bilindiği gibi her birinin boyu en az 1. 90metre civarındadırlar. Ve o iki polis beni götürürken hatırlıyorum ki onların bellerine kadar geliyordum. İki polis beni dövmeye başladı ve derken beni gören tüm polisler geldi. Şu an hatırlamıyorum ama o sırada çok konuşmuş olacağım ki bir polis “sussana ulan” diyip ağzıma bir cop vurdu. Alt dudağım patlamıştı. Kafama aldığım darbeler sonucu kanamayı durdurmak bile aklıma gelmemişti. Yolda yürürken tıpkı bir sarhoş gibi yalpalayarak ve zikzak çizerek gidiyordum. Şu an sadece kendimi bir eve attığımı hatırlıyorum…
Ve aslında o gün, bu günün tetikleyicisiydi de diyebiliriz. Yani o gün o dayağı yemeseydim de zaten gidecektim ama o dayak beni gitmeye daha çok itti. Yukarıdaki örnek her gün yaşanan yüzlercesinden sadece bir tanesidir. Tahmin edersiniz ki ‘mağdur’ çocukların hepsi, aynı olmasa bile buna benzer olaylar yaşamıştır. Şimdi bir daha düşünmek lazım, dövmek ve ya cezaevine atmak, ıslah (!) etmek mi oluyor…