21 Mart 2010-BirGün Gazetesi
DİNÇER DEMİRKENT
Türkiye’nin gündemine ‘taş atan çocuklar’ ifadesiyle giren ve binlerce
çocuğun hukuk düzeninden kaynaklanan mağduriyeti bağlamında ortaya çıkan
sorunu hukuki, tarihsel ve siyasal boyutlarıyla Sezgin Tanrıkulu ile
konuştuk. Tanrıkulu, Halen Türkiye İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama
Merkezinin Bilim Danışma Kurulu Üyeliği görevini sürdürüyor. Bir süre önce
yayınlanan ‘İnsan Hakları Avrupa Mahkemesine Bireysel Başvuru El Kitabı’
dışında, meslektaşları ile birlikte yapmış olduğu çalışmalar ile insan
hakları ve hukuk alanında yayınlanmış makaleleri de bulunuyor.
*’Taş Atan Çocuklar’ ya da ‘TMK Mağduru Çocuklar’ şeklinde gündemimize
giren olayın hukuki olarak tanımı, içeriği ve kapsamı nedir?* Bu konuda bir hukuki tanım, içerik ve kapsam belirlemek bence bu mevzuat
karşısında mümkün değil. Niye diyeceksiniz? Bir defa, suç tanımlarının
belirsiz olduğu bir mevzuatla karşı karşıyayız. Suç fiilinin bireyselliğinin
ve kanıtlanabilirliğinin takdir hakkına bu kadar devredildiği bir mevzuatı,
demokratik hukuk devleti olduğunu iddia eden başka bir devlette bulabilmek
çok zordur.
Ancak, böylesine geniş takdir hakkı tanıyan mevzuatın uygulaması, güvenlik
ve yargı bürokrasisinin takdirine ve ‘hoşgörüsüne’ bırakılmıştır.
Dolayısıyla bence ilk konuşulması gereken, çocuklardan daha öte bu
kuşatılmışlıktır…
Kuşkusuz bu konuda benim söyleyeceklerim ile birlikte çalıştığımız girişim,
sivil toplum örgütleri ve baroların ortaklaştırdıkları görüşlere bakılması
gerekir. Ancak bu sorun yeni bir sorun değil ve bir çığ gibi büyüyerek şimdi
toplumun gündemine geldi. 1997 yılında mahkeme kayıtları üzerinden yaptığım
bir araştırmada, sorunun o tarihten geriye 13 yıllık birikimine dikkat
çekmiştim. O günden bugüne bu sorun katlanarak büyüdü.
Bu sorun sadece TMK ile de ilgili değildir. Genel olarak suç ve ceza
kavramları bireysellikten ve kanıtlanmış olmaktan çıkarılmıştır.
İçerik olarak kimlikleri ve varlıkları kendileri tarafından bile
tanımlanamayan, ancak varlıklarının inkâr edildiğini hisseden, yaşayan
çocukların, evet tüm uluslararası normlar ile gerçek anlamda çocukların,
içinde büyüdükleri şartlara karşı büyük bir öfkeleri vardır.
Kapsam olarak ise bu sorun ‘Kürt bölgesi, Kürt çocukları ve Kürtlerin
eylemleri’ ile sınırlı bir adli, hukuki ve siyasi uygulamayı ifade
etmektedir
Şu örnekler belirttiğim bu tespitleri somut olarak ortaya koymaktadır.
*Bu çocukların yargılandığı ve cezalandırıldığı TMK’nın 5. maddesi, 7.
maddesi ve 17. maddesi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na ve Türkiye’nin
imzalayarak taraf olduğu uluslararası anlaşmaların tamamına açıkça
aykırıdır.
*Bu çocukların yargılandığı ve cezalandırıldığı TMK’nın 9. ve 13. maddeleri
ile Türk Ceza Kanu’nun 220/6-7 ve 314/4 maddeleri Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası’na ve Türkiye tarafından imzalanan uluslararası anlaşmalara
aykırıdır.
*Kanunla ihtilafa düşen çocuklara dair Anayasa’da, Çocuk Koruma Kanunu’nda
ve BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
hükümlerinin çocuk polisi, savcılık ve mahkemeler tarafından uygulanması ve
özellikle istenmesi, çocukların soruşturmalarının Çocuk Savcısı tarafından
bizzat yürütülmesi şartları mevcut değildir ve uygulanmamaktadır.
*Diyarbakır Valiliği İl İnsan Hakları Komisyonu ile Türk Tabipler
Birliği’nin Nisan 2009’da Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi’ne yaptıkları
ziyaretler sonucunda hazırladıkları raporlarda bu sorunlara ilişkin
yaptıkları tespitler ile çözüm önerileri dikkate alınarak bir an önce ilgili
kurum ve kuruluşların cezaevi koşullarına yönelik çalışmalara başlaması
gerekmektedir.
*Son olarak, bütün bu anti-demokratik uygulamaların nedeni olarak gösterilen
‘Kürt sorununun’ demokratik ve barışçıl temelde çözümü için gerekli anayasal
ve yasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir.
*Bu mağduriyetin ortadan kalkması için TMK’da yapılması öngörülen
değişiklikler yeterli midir? *Hayır yeterli değildir. Mevcut tasarıyla yapılması düşünülen değişiklik
TMK’nın 3 maddesinin, yani 5., 9. ve 13 maddelerinin değiştirilerek,
çocukların işlediği suçların TMK kapsamından çıkarılmasını öngörmektedir.
Daha önce de belirtmiş olduğum gibi verilecek cezalarda kısmi bir indirim
olacak ama sorunun esası çözülmeyecektir.
Örneğin, TCK’nın 220. maddesinin 6. fıkrasında ‘örgüt üyesi olmamakla
birlikte, örgüt adına suç işleyen kişi, ayrıca örgüte üye olmak suçundan
cezalandırılır’ düzenlemesi yer alıyor. İşte benim ‘mahkeme kararıyla örgüt
üyeliği’ olarak tanımladığım bu yasal düzenleme ve bu siyasi algı mevcut
olduğu sürece, alt sınırı 3 yıl hapis cezası olan yasal düzenleme tek başına
bile çocukların mağduriyetlerinin devamını sağlamaya yetmektedir. En önemli
sorun da bana göre bu düzenlemedir. Devlet ve güvenlik-yargı bürokrasisinde
egemen olan anlayış ve siyasi algı her Kürt’ün potansiyel olarak bir PKK
üyesi olduğu şeklindedir. PKK karşıtı örgütlere üye olan ve hiçbir şiddet
olayıyla ilgisi olmayan birçok Kürt bile mahkemelerde, polis sorgularında ve
hatta bir kısım basın organlarında PKK üyesi olarak yargılanmakta,
sorgulanmakta ve adlandırılmaktadır. Bunun binlerce örneği mevcuttur.
Devlet, özellikle de güvenlik ve yargı bürokrasisi Kürtleri ve özellikle de
Kürt çocuklarını ‘potansiyel tehlike, terörist, bölücü’ gibi ötekileştiren,
dışlayan, peşinen mahkûm eden söyleminden ve eyleminden vazgeçmelidir. Bunun
yerine, örneğin ‘türban’ sorununda olduğu gibi genel olarak Kürtlerin ve
özel olarak da Kürt çocuklarının isyanlarının ve mağduriyetlerinin temel
nedenlerine inme cesaretini ortaya koymalıdır.
Cezaevlerinde uzun zamandan beri tutuklu bulunan çocukların (çocukları
cezaevinde tutarak terbiye etme düşüncesinden bir an önce sıyrılarak çocuğun
yüksek yararı ilkesi temelinde) tahliye edilmeleri gerekmektedir. Çocukların
tutuklanmaları, cezaevlerine konulmaları ve çok uzun süre cezaevlerinde
tutulmaları, terör suçları ile cezalandırılmaları gelecekte gösterilere
katılmalarını önlemeyecektir. Uzun yıllar cezaevinde tutulan çocuklar,
cezaevinde kaldıkları süre zarfında tabi tutuldukları koşullar, gördükleri
muamele ve yargı erkinin uyguladığı adalet sistemine olan inançlarını
giderek kaybetmeye başlamaları; onların yaratıcı ve üretken kişiliklerini
yok edecek; yaralanmış, intikam peşinde koşan nefret dolu bireyler haline
getirecektir.
Okulda “roj baş” diyemeyen 12 yaşında ve henüz yeni soyut düşünme yetisine
sahip olmaya başlayan bir çocuğun karşılaştığı muamele, bir sonraki gün
kendi mahallesinde, şehrinde bir topluluk veya protesto esnasında panzere
veya polise taş atmak ile sonuçlanmaktadır. Gerçek budur ve bu gerçek
kavranmadan hukuk ve adalet de gerçekleşemez.
*Bir yazınızda bu çocuklar için ’90 kuşağı çocuklar’ ifadesini kullanıyor
dolayısıyla da sorunu aslında hukuki olmaktan ziyade, tarihsel-politik bir yerde konumlandırıyorsunuz. Ama bir yandan da hukuki mücadeleyi verenlerin
başında geliyorsunuz. Bu ikisi arasında nasıl bir bağ vardır? Yani çocuklar
için adaleti çağırırken bu ‘adalet’ ifadesi hukuki bir çağrı olarak mı
anlaşılmalı, yoksa siyasi bir çağrı mı?
*Elbette ki ‘taş atan çocuklar’ sorunu esas olarak tarihsel, siyasal ve
sosyal bir sorundur. Sorunun hukuki boyutu ise bu çocukların mevcut hukuk
sisteminde karşılaştıkları mağduriyet durumu ve hatta bütün geleceklerinin
mevcut hukuk sistemi, yasalar ve siyasal algı ile karartılması sorunudur.
Ayrıca bilindiği üzere tarihsel, sosyal, siyasal, kültürel bir arka planı
olmayan bir hukuk da yoktur, olamaz da zaten. İşte tam da bu nedenden dolayı
ben bir yandan mesleki kimliğimle bu sorundaki mağduriyetin kaldırılması
için bir hukuk mücadelesi içinde yer alırken, aynı zamanda sorunun gerçek
muhtevası, yani tarihsel, sosyal ve siyasal arka planı hakkında
tespitlerimle de bir insan olarak ve insan hakları mücadelesinin bir üyesi
olarak adaleti istemekteyim. Bu iki durum birbirini dışlayan değil,
birbirini tamamlayan, biri diğerinin nedeni ve sonucu olan durumlar ve
tutumlardır.
‘Taş atan çocukların’ kimler olduğu, niçin taş attıkları, kime taş
attıkları, nerede taş attıkları soruları sorulmadan, bunlar araştırılmadan,
cevaplanmadan ve de anlaşılmadan yapılacak bir hukuksal düzenlemeyle adalet
sağlanabilir mi? İşte bu nedenlerden dolayı benim hukuk mücadelem aynı
zamanda bir adalet mücadelesidir ve dolaysıyla siyasal, sosyal bir içeriğe
de sahiptir.
’90 kuşağı çocuklar’, devlet katında ve resmi belgelerde ‘düşük yoğunluklu
savaş’ olarak adlandırılan ve pratik yaşamda faili meçhul cinayetlerin kol
gezdiği, köy yakma ve boşaltmaların zirveye çıktığı, şehirlerin köyleştiği,
işsizlik ve yoksulluğun toplum yaşamını felç ettiği bir dönemin, kimliği yok
sayılan, dili inkâr edilen, evi yakılan, büyükleri öldürülen veya
hapsedilenlerin çocuklarıdır.
Toplumun geleceği olarak gördüğümüz bu çocukların daha fazla yara
almalarının ve toplumun kanayan yarası haline gelmelerinin önüne geçmek
için, hukukun üstünlüğü ilkelerinden uzaklaşarak öç alma gayesiyle
hazırlanan kanunların ve öngörülen ceza oranlarının, insan onuru ve
demokratik hukuk devleti değerleri temelinde değiştirilmeleri acilen
gerekmektedir.
Çocukların konuldukları cezaevi ortamı, çocukların gelişimi, eğitimi
açısından engelleyici ve örseleyici olup, topluma yeniden kazandırılmaları
yönünde büyük engel oluşturmaktadır. Yargılama sürecinin çok uzun sürmesi,
sonucunun belirsizliği ve çocukların hâlâ o koşullarla cezaevlerinde
tutulmaları, yaşadıkları örselenmenin üzerine ek bir tahribat
oluşturacaktır.
İşte hukukçu olarak mesleki kimliğimle ön plana çıkardığım bu boyutlar
kalıcı, demokratik, çocuk hakları ve uluslararası sözleşmelere uygun bir
hukuki çözümün de temel gerekçelerini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, bu
gerekçeleri ve gerçekleri dikkate almayan hukuksal düzenlemenin sonuç alıcı
değil, sorunu erteleyen ve kısmen de kalıcılaştıran bir rol oynayacağını
düşünüyorum.
*Kamuoyunda vicdan üzerinden kurulan tartışmanın aslında iki tarafı var.
Birinci taraf, devlet vesayetini ailelerin de üzerine yükleyerek, “çocuklarınıza sahip çıkın, sokaklara salmayın” çağrısını bir tür vicdan
çağrısı olarak kullanıyor. Bunun soldan da örnekleri var. Filistin’deki
çocuklara alkış tutarlarken vicdanları Kürt çocuklarının sokaklara
salınmaması yönünde karar veriyor. Diğer taraf da çocuklara reva görülen bir
zulme karşı vicdanı devreye sokuyor. İki taraf için de bu vicdan algısında
bir sorun var mı sizce?*
Evet, var! Diğer sorulara verdiğim cevaplarda da özellikle siyasal algı
biçimine yaptığım vurgu bu nedenledir ve tüm taraflar için geçerlidir.
Biri, kendisi için değerli ve mübah olarak gördüğü şeyi, diğeri için
değersiz ve suç olarak değerlendirmektedir. Sorunuzda da vurguladığınız gibi
devlet ve toplumun önemli bir kesimi katında Filistinli çocuklar için “one
minute” denilebiliyor, ancak benzer şekilde ‘taş atan çocuklar’ Kürt
oldukları zaman ve bu taşlar Türkiye’de atıldığı zaman sorun oluyor, ‘terör’
oluyor! Bu çifte standarttır ve sorunludur.
Öte yandan Kürtlerin hak ve özgürlükleri için mücadele içinde veya
iddiasında olanların da, şiddet ve özellikle de çocukların şiddet
kullanmayla bağlarını teşvik edecek, takdir edecek ve destekleyecek tutum ve
davranışlar içinde bulunmaları da sorunlu bir durumdur. Bu tür toplumsal
sorunlarda her ne kadar her zaman, her şeyi ve herkesi kontrol edebilme
imkânı örgüt açısından mümkün olmazsa bile, şiddet kullanımının çocuklar
arasında yaygınlaşmasını teşvik etmemek de önemli bir sorumluluktur. Bu
sorumluluk yerine getirilmeden vicdani bir serzenişte bulunmanın en azından
inandırıcı olabilme ihtimali zayıftır ve sorunludur.
*Değişik alanlarda hukuki boyutları olan ve sorunları kökleştiren çeşitli
uygulamalar açılımlar döneminde devam etti. Belediye başkanlarının tek sıra halindeki kelepçeli görüntüsü örneğin gözümüzün önünde. Çocuk tutuklu ve
hükümlüler için de böyle bir durum söz konusu. Demokratik açılım iddiası ve
bu yaşananlar arasında bir bağlantı ya da çelişki görüyor musunuz?
*Süreç içinde farklı sıfatlar kazanan ‘açılım’ politikası ile bu yaşananlar
arasında elbette ki bir ilişkinin olduğu algısı toplumda mevcuttur. En
azından sıradan vatandaş bu uygulamaların siyasal iktidarın onayı olmadan
gerçekleşemeyeceği görüşündedir. Maalesef Türkiye’de genel olarak hükümet,
devlet ve toplum ilişkileri ekseninde dünden bugüne var olan uygulamalar ve
bugün de egemen olan algı böyledir. Böyle bir algı, ‘açılım’ politikasının
hızlandırılması, Kürtlerin kendi kimlikleriyle toplum yaşamına ve özellikle
de siyasal yaşama katılabilmelerinin, kendilerini ifade edebilmelerinin,
örgütlenebilmelerinin, kısacası Kürt olarak var olabilmelerinin hukuki
olarak meşru zeminlere taşınmasını sağlayabilecek düzenlemelerle ortadan
kaldırılabilir.
Yargının siyasallaştığını belirten bir hükümet, bu siyasallaşmanın sadece
hükümetin engellenmesini hedefleyen sorunlarla ilgili ve sınırlı olmadığını,
aksine sorunuzda belirttiğiniz uygulamalarla de böyle bir görüntü verdiğini
telaffuz edebilseydi muhtemelen böyle bir bağlantı ve ilişki
kurulmayabilirdi. ‘Kelepçeli’ görüntüler hakkında bir iç soruşturmanın bile
yapılmamış olması, bunun rutin bir uygulama olduğunun bu hükümetin İçişleri
Bakanlığı’na bağlı birimlerce teyit edilmesi, hükümetin bu konudaki
sorumluluğunu artırmaktadır. Bir soruşturmanın başlatılmış olması elbette ki
olumlu bir yaklaşımdı, ancak ortaya çıkan sonuç ve sorumluların tespit
edilmemesi ve cezalandırılmaması bu konudaki samimiyetin bizim açımızdan
önemli bir ölçütüdür. Soruşturma öncesi yaratılan atmosfer böyle bir
uygulamanın yapılacağı öngörüsünü bende yaratmıştı ve önceden dostlarımla
paylaşmıştım bu görüşüşümü de. Bu devlete halen hâkim olan ve bu hükümet
tarafından da bu tür uygulamalarla hayata geçirilen ‘teslim alma’
zihniyetini yakın tarihimiz mahkûm etmiştir, bundan sonra da her hayata
geçirilme biçimini de tarihi yazanlar mahkûm edeceklerdir