Mart, 2010 için arşiv

COCUKLAR ICIN ADALET CAGRICILARI`NIN DIKKATI`NE;

Posted in Duyurular, Haberler with tags on 31/03/2010 by Karakök

`BIR CENTIK` progressive sergi ve gosteri, kanunlarda ve en onemlisi zihinlerde farkindalik yaratmak icin sanatin isiginda `BIR CENTIK` atmaya Taksim Kafe 26A`da devam ediyor. Etkinlik cocuklar serbest kalincaya kadar her gun yeni bir karikaturle devam edeceginden, acilisina gelemedik diye uzulmeyin ve yolunuz Taksim`e her dustugunde bir goz atmaktan cekinmeyin ki; her gun cocuklarimizla paylastigimiz bu mucadele her gun yeniden anlam kazanabilsin.

“BİR ÇENTİK”  İLERLEYEN SERGİ VE GÖSTERİ

TMK MAĞDURU ÇOCUKLAR İÇİN HER GÜN “BİR ÇENTİK” ATIYORUZ!  COCUKLAR ICIN ADALET CAGRICILARI`NIN DIKKATI`NEONLAR HÜRRİYETLERİNE KAVUŞUNCAYA KADAR! MAĞDURİYETLERİ GİDERİLENE KADAR! HER GÜN BİR ÇENTİK

Bugün, Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları olarak karikatürist Cüneyd Özen’in “Bir Çentik” sergi ve performansının açılışını yapıyoruz. Bir ÇentikÇİAÇ’dan karikaturist Cüneyd Özen’le vücut bulacak anlamlı bir etkinlik ve sanat edimi. TMK Mağduru Çocuklar ihlal edilen haklarına kavuşup özgür oluncaya kadar Cüneyd Özen her geçen gün için bir karikatür çizecek ve bu eseriyle duvara çentik atacak. Bu ilerleyen sergi ve performans çocukların hapishanelerde geçirdikleri bir günü yeniden ve yeniden hepimize hatırlatacak. TMK Mağduru Çocukların okula gidecekleri, yakınlarıyla birlikte yaşayacakları, oyun oynayacakları yerde hapishanelerde zor koşullarda tutulmalarını protesto için sanatçı her günü bir karikatürle ifadelendirecek. Ve sayacağız. Her anı sayacağız. Çocuklar daha ne kadar bu adaletsizliklerle yüz yüze gelecek, daha ne kadar acı çekecek, daha ne kadar her şeyden yoksun bırakılacak, daha ne kadar gün sayacaklar…

Karikatürist Cüneyd Özen, sayıları 4.000’e dayanan TMK Mağduru Çocukların tutuldukları hapishanelerde copla, kemerle, plastik su borusuyla dövülmemeleri için her gün “Bir Çentik” atacak.

Gözdağı vermek için, infaz memurlarınca tecavüze yeltenilen TMK Mağduru Çocuklar için her gün “Bir Çentik” atacak.

Yemeklerinde çividen farekuyruğuna kadar her şeyin çıktığı TMK Mağduru Çocuklar için her gün “Bir Çentik” atacak.

4000 TMK Mağduru Çocuk özgürlüğüne kavuşana değin her gün “Bir Çentik” atacak.

Bu sergi ve performansla Cüneyd Özen’in karikatürlerinin her biri bir çentik olacak, çocuklarla birlikte hapishane duvarlarına çizdiğimiz. Her çentik hükümete, Adalet Bakanlığı’na, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, sorumlulara ve yetkililere 4000’e yakın TMK Mağduru Çocuğun bir gününü simgeleyecek.

TMK Mağduru Çocuklar‘ın özgürlüklerine kavuşmaları için Cüneyd Özen’in protest-sanat gösterisini her gün, yeni bir karikatür eklenmiş haliyle sabahtan geceye izleyebilirsiniz.

Bizler, Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları, çocukların bir an önce serbest bırakılmalarını, mağduriyetlerinin giderilmesini, haklarına ve özgürlüklerine kavuşmalarını talep ediyoruz. Çocukları her geçen gün daha çok yıpratan ve üzen bu haksızlığın hemen ve şimdi giderilmesi için her gün bu mekânda olacağız. Cüneyd Özen’in “Bir Çentik” ilerleyen sergi ve performansıyla sorumlulara yeniden çağrı yapıyoruz. TMK Mağduru Çocuklar‘ı hemen serbest bırakın! Çocukların yaşadığı mağduriyeti telafi etmek için devlet üstüne düşen görevi yerine getirmelidir.

26A
Mustafa Çelebi Mah. Tel Sok. No: 26-A
Beyoğlu/İstanbul
tel: (Çiğdem) 0539 391 80 20  (Davut) 0546 231 47 67

Proje Ekibi: Ayça Atam, Ayşe Kalyoncu, Çiğdem Bayrak, Ekin Ekinci, Gamze Bozo, Gözde Aytemur, Gülsüm Ekinci, Gülşen İşeri, İkin Manya, İnsel İnal, İsmail Yıldız, Levent Arslan, Mehmet Atak, Neslihan Başak, Rojin Akin, Seval Dursun ve Yaprak Zihnioğlu

TMK MAĞDURU ÇOCUKLAR

için

Sergi/Performans

BiR Çentik

( Cüneyd Özen )

(29 MART Pazartesi– SAAT 11:00)

AKIŞ

Açılış sunumu: Uğur Polat (türkçe) ve Berfin Zenderlioğlu (kürtçe)

Hukuki sunum: Filiz Kerestecioğlu

Pedagojik sunum: Banu Vardar

Cuneyd Ozen`in mektubu: Orcun Çıtır

“BiR Çentik”

( Sergi/Performans)

Karikaturler:

Cüneyd Özen

Afis:

Ayşe Kalyoncu

Metin:

Yaprak Zihnioğlu


Anarchistische Gruppen im deutschsprachigen Raum

Posted in Avrupa haberler, Deutschsprachige Artikel with tags on 31/03/2010 by Karakök

Die Symbole auf der Karte sind mit dem Internetauftritt
der jeweiligen Gruppe verlinkt.

Schwarze Sterne stehen allgemein für anarchistische Gruppen,
Schwarzrote Sterne stehen für FAU-Ortsgruppen.
Schwarzrote Katzenköpfe stehen für Anarchosyndikalistische Jugendgruppen.
Übersichtskarte anarchistische Gruppen im deutschsprachigen Raum

FAU Flensburg FAU Kiel Anarchistische Gruppe Elbinsel, Hamburg Anarchistische Gruppe / Rätekommunisten, Hamburg FAU Bad Segeberg Anarchist Federation Lübeck FAU Wismar Anarchistische Gruppe 11, Rostock Die Libertären, Hamburg-Harburg FAU Hamburg FAU Bremen Anarchistische Föderation Berlin A-Laden Berlin B.O.N.E. Berlin ASJ Berlin FAU Berlin FAU Potsdam FAU Moers Schwarze Katze, Hemer ASJ Münster FAU Münster FAU Bielefeld FAU Hannover Banda Nera, Braunschweig FAU Braunschweig ASJ Duisburg ASJ Herne/Recklinghausen Wissenschaftsladen Dortmund FAU Duisburg FAU Dortmund FAU Solingen Burg Lutter, Harz FAU Magdeburg Anarchistisches Forum Köln ASJ Düsseldorf FAU Düsseldorf Anarhos Düsseldorf FAU Aachen Libertäre Gruppe Düsseldorf ASJ Bonn FAU Bonn ASJ Göttingen FAU Kassel AG212 FAU Halle FAU Leipzig A in Leipzig Libelle – libertär in Leipzig FAU Südwestsachsen FAU Dresden Anarchia Dresden Projektwerkstatt Saasen Libertäres Bündnis der Wetterau FAU Meiningen FAU Lich FAU Frankfurt/Main FAU Aschaffenburg Anarchistisches Aktionsbündnis Unterfranken FAU Darmstadt Red Anarchist Skinheads Darmstadt Anarchistische Gruppe Bergstraße LSG/LSJ Bergstraße FAU Neustadt Autonome Linke Vorderpfalz Libertäre Gruppe Kaiserslautern Anarchistische Gruppe Mannheim Anarchistische Initiative Kraichgau / Odenwald Libertäre Gruppe Karlsruhe FAU Saarbrücken Antinationale Offensive Saar [ANO] Libertäres Bündnis Ludwigsburg Libertäre Initiative Stuttgart FAU Stuttgart ASJ Stuttgart Anarchistische Gruppe Ortenau federation anarchiste de strasbourg nigra Offenburg FAU Freiburg Anarchistische Gruppe Freiburg La Banda Vaga, Freiburg FAU Nürnberg Forum autonomer Umtriebe Landshut Anarchistische Umtriebe Augsburg FAU München Libertäre Aktion Winterthur Zürcher AnarchistInnen Karakök Autonome TR/CH Eiszeit Zürich Libertäre Aktion Ostschweiz Föderation der ArbeiterInnen-Syndikate, Oberösterreich Schwarzwurzeln Wien Föderation der ArbeiterInnen-Syndikate, Wien Libertäre Initiative Sozial Arbeitender – Föderation der ArbeiterInnen-Syndikate, Wien

Daneben gibt es immer noch die Rubrik Links, in der sich viele weitere Verknüpfungen zu interessanten Websites finden!

BARRIKADE Nr.3 – Streitschrift für Anarchosyndikalismus erschienen

Posted in Avrupa haberler, Deutschsprachige Artikel, Direnis, Duyurular with tags on 31/03/2010 by Karakök

28. März 2010 by syndikalismus

Die neue, nunmehr dritte Ausgabe der BARRIKADE, Streitschrift für Unionismus, Anarchosyndikalismus und revolutionären Syndikalismus ist soeben erschienen.

Schwerpunkt der Nummer drei bildet das Thema „Sekte oder Kampforganisation“. Dazu finden sich interessante Dokumente aus den Diskussionen in der Freien Arbeiter Union Deutschlands (FAUD) im Jahre 1925 zu dieser strategischen Auseinandersetzung, die auch uns heutzutage einiges an Argumenten liefert. Weitere ausführliche Beiträge behandeln den „Fall Scala“ in Barcelona 1978 und die Aufstandsbekämpfungsstrategie des preußischen Staates. Weitergeführt aus der zweiten Ausgabe wird die historische Auseinandersetzung und Bewertung der Novemberrevolution von 1918/19 in Hamburg und deren konterrevolutionäre Verklärung durch den Historiker Paschen. Über dessen „alter Ego“ F.C. Holtz, dem Herausgeber der konterrevolutionären nationalistischen „Hamburger Warte“ wurde umfangreich recherchiert und die Ergebnisse finden sich im Heft.

Weitere Themen sind der Tod von Gustav Landauer, Buchbesprechungen über esoterischen Nationalsozialismus zum Titel „Im Schatten der Schwarzen Sonne“ von Goodrick-Clarke, sowie zu den Büchern Generalstreik von Helge Döhring und Arbeits(un)rechr von Werner Rügemer.

Wie immer sind die Beiträge gründlich recherchiert und zusammengestellt. Eine Fundgrube an Informationen und Motivation.

Barrikade Nr.3, 40 Seiten, 3.50 EUR.

Zu beziehen über den Syndikat-A Medienvertrieb

Rumänien: Lehrer auf der Strasse gegen die Regierung und ein genereller Einblick ins Bildungssystem

Posted in Avrupa haberler, Deutschsprachige Artikel with tags on 31/03/2010 by Karakök

29. März 2010 by syndikalismus

LehrerInnen-Protest vor dem von starken Polizeikräften abgeriegelten Rathaus in Buzau am 24. März.

Zu einer im Land eher seltenen Aktion kam es am 24. März im rumänischen Buzau. Mehr als 4000 LehrerInnen demonstrierten durch die Stadt bis zum Rathaus und forderten die Auszahlung der ausstehenden Löhne ein. Die letzte Zahlung haben sie am 14. Februar erhalten. Mit dieser existenzbedrohenden Situation stehen die LehrerInnen in Buzau keineswegs alleine da. In zahlreichen Teilen des Landes haben LehrerInnen seit Monaten keinen Lohn oder nur geringe Abschläge erhalten. In der Regel gibt es kein gemeinsames Vorgehen gegen die Regierungspolitik.

„Nicht Stehlen – die Regierung akzeptiert keine Konkurrenz“ – LehrerInnenprotest am 24.03.2010 in Buzau.

Die Gewerkschaften stecken mit der Regierung unter einer Decke, haben zahlreiche groß angekündigte Streiks wieder abgeblasen und in (Geheim)Verhandlungen alle Verschlechterungen und Umstrukturierungen der häufig wechselnden Regierungen mitgetragen. Mit der Einführung der „Dezentralisierung“ der Kommunal-Verwaltung fiel die Einstellung und Entlassung der LehrerInnen den jeweiligen Bürgermeistern und Schuldirektoren zu. Die ohne hin das Land beherrschende Korruption wurde dadurch noch fester zementiert und es ist klar, das weder Bürgermeister (die das öffentliche Geld verwalten und allermeistens lieber in Statusprojekte oder die eigene Tasche stecken, als Löhne auszuzahlen) und Direktoren aufmüpfige und für ihre Rechte eintretende KollegInnen einstellen. Stattdessen blüht die Bestechung und die Einstellung angepasster LehrerInnen für aus dem Bildungssystem Gedrängte. Der rumänische Staat zementiert so sein System vor Veränderung und erhebt die persönliche Unsicherheit für LehrerInnen zum Prinzip.

Mit den großen Entlassungswellen, die seit über zwei Jahren durch das Land gehen, wurden auch zehntausende LehrerInnen erwerbslos. Zusätzlich wurde das Bildungssystem dem us-amerikanischen Modell der „Punkte“ angepasst, die von jedem Lehrer verlangt in 4 Jahren 100 „Punkte“ für eigenständige Aktivitäten zusammenzutragen. Wer unterhalb dieser – nur sehr schwer zu erreichenden Punktzahl liegt, verliert seinen Arbeitsplatz. Punkte gibt es durch das Schreiben und Veröffentlichen eigener Beiträge zu den spezifischen Bildungsthemen, der Teilnahme an Symposien etc. Die Teilnahmen an diesen Aktivitäten kosten wiederum Geld was eine weitere Industrie begünstigt hat. Weiterhin führt der Kampf um die Erreichung dieser Punkte zu einer extremen Konkurrenzsituation zwischen den LehrerInnen. Rumänien ist ein Land das besonders im sogenannten „Altreich“ keine bzw. kaum eine Kultur der gegenseitigen Solidarität entwickelt hat. Das „jeder gegen Jeden“ ist hier vorherrschend, auch unter den LehrerInnen. Die Klassengesellschaft manifestiert sich auch in der „Sammlung der Punkte“. Wer Geld hat, kauft sie sich bei veranstaltenden Schulen oder gleich direkt bei der Schulbehörde ein. Die „Fachbücher“ sind voll von Plagiaten und aus der Wikipedia entnommenen Artikeln. Es kommt öfters vor das in ein und demselben Buch, herausgegeben von Bildungsbehörden oder Schulen, mehrmals dieselben aus der Wikipedia entnommen Artikel enthalten sind. Unterzeichnet mit verschiedenen Namen.

Auf der Strecke bleiben dabei sowohl die an ihrer Arbeit interessierten LehrerInnen, als auch die SchülerInnen. Zwar stehen die letzten in allen Erklärungen der Regierung im Mittelpunkt und werden zu Propagandazwecken missbraucht; doch wirklicher Unterricht wird nur selten geleistet. Schulbücher gibt es für die meisten Klassen nur gegen Bezahlung, vor kurzem hat die Regierung zusätzlich noch das Unterstützungsgeld für Kinder aus armen Familien deutlich gekürzt und die Schwelle für den Anspruch hinaufgesetzt. Auch die kostenlos angebotene Schulmilch – um eine gesunde Ernährung der Kinder und Jugendlichen zu unterstützen – hat in zahlreichen Fällen zu Lebensmittelvergiftungen geführt, da sie häufig mit Salmonellen verseucht oder mit Motorölrückständen vergiftet war. Zahlreiche Kinder starben und sterben auch immer wieder daran, das Teile von Kupferkabeln in den Milchpackungen enthalten sind und beim Trinken verschluckt werden. Das Problem mit der Schulmilch ist seit Jahren bekannt. Es geschieht aber nichts um dem Abhilfe zu schaffen.

Für die Kinder aus der Arbeiterklasse soll der Weg vorherbestimmt bleiben. Staatspräsident Basescu gab die Richtung vor: „Wir brauchen Automechaniker und Servicekräfte, keine Intellektuellen“. In den Schulen wird nur das nötigste gelehrt, oftmals gibt es noch heute Schläge, freies Denken ist nicht gewünscht. Während es verboten ist über Politik in der Schule zu sprechen (was sowohl für LehrerInnen als auch den Unterricht generell gilt) ist extremer Nationalismus allgegenwärtig. In manchen Schulen finden sich Ausstellungen zur rumänischen Geschichte, in denen die rechtsextreme, antisemitische Legionärs-Bewegung der Vergangenheit und Gegenwart ihren akzeptierten Platz findet. Übertroffen wird die Präsenz des Nationalismus nur noch durch die Dominanz der erzreaktionären orthodoxen Kirche.

Während für die Kinder der Arbeiterklasse die systemkonforme Anpassung gesellschaftliches Ziel ist, lassen auf der anderen Seite die Reichen ihre Kinder in Privatschulen und durch Privatunterricht bilden.

Das sich in Buzau nun Widerstand gegen dieses System gezeigt hat ist wichtig. Doch sollte dies nicht zu falschen Hoffnungen Anlaß geben. Anstatt ihren kämpfenden KollegInnen in Buzau zur Seite zu springen, erklärte die größte Bildungsgewerkschaft SIP ihre Handlungsunfähigkeit. Der Protest sei schließlich von der konkurrierenden Gewerkschaft FSLI mitgetragen worden. Zusätzlich hat die Regierung, um den Protest in Buzau klein zu halten und nicht auf andere Regionen ausweiten zu lassen, auf ein strategisches Mittel zurückgegriffen: Am Tag des Protests vereinfachte sie die Voraussetzungen um einen angeblichen Lohnaufschlag von 25% zu erhalten. Um einen Antrag dafür einzureichen sind die meisten LehrerInnen nun am Zusammenstellen aller bisherigen erreichten „Punkte“ innerhalb der gegebenen Frist und lassen die Solidarität mit den KollegInnen in Buzau links liegen. Diese haben ihren Lohn bis heute nicht erhalten.

Eine grundsätzliche Kraft, welche die Missstände angeht und eine Perspektive in sich trägt und vermitteln kann gibt es nicht. Anarchosyndikalisten oder anarcho-syndikalistische Strukturen existieren nicht. Rumänien 2010: Ein Land im Klassenkampf von oben und bislang ohne Widerstand mit Perspektive dagegen.

Ştefan Gheorghiu, Brăila, für Syndikalismus.tk

von → “Lohn”Arbeit, Demokratie, Gewerkschaftliches, Kapitalismus, Klassenkampf, Regierung, Rumänien, Schule

http://syndikalismus.wordpress.com

Anarşizm ve Şiddet

Posted in Direnis, Duyurular with tags on 31/03/2010 by Karakök
Çarşamba, 31 Mart 2010 14:40

karaumut tarafından yazıldı.

Anarşizm, şiddetin karşısında, özellikle, global kapitalizmin sistemleştirip, içselleştirdiği ve “benimsettiği” şiddetin karşısında BARIŞ’ı savunur. Hele hele bugünkü devletlerin uyguladığı her çeşit şiddetin karşısına, (tüketim şiddeti de dahil) alternatif politikalarıyla, şiddetsiz, daha az tüketim ve çalışmayla, karşılıklı dayanışmayı esas alan yaşam örnekleri sunar.

Amerika, Batı devletleri ve diğerleri de dahil olmak üzere, tüm devletlerin, ekonomik, sosyal, siyasi, kültürel politikaları, temsil ettikleri sınıfın lehine, yoksulların aleyhinedir.

Ortada bir pasta vardır ama bu pastadan payını, sanıldığı gibi, Batının ezilen sınıfı değil, egemen sıınıfları yararlanır. Bu bakımdan, yeryüzünün yoksullarının kaderi ortaktır. Paris sokaklarında başlayan bir isyanın, İstanbul sokaklarındaki isyanla rengi ve sesi aynıdır. Ortak bir mücadelenin parçaları hem de bütünüdür bu farklı yerlerdeki direnişler. Ezilenlerin, “Avrupalısı, “yerlisi” , “Amerkalısı”, “Almanı”, “Türkü” yoktur.

Kapitalizmin yarattıığı ekolojik, kültürel, ekonomik şiddetine karşı durmak için, şiddeti şiddetle karşılamayı değil, şiddetin barınamayacağı, yeniden yeniden üretilemeyeceği oluşumlara ihtiyaç vardır.

Kapitalist sistem kötüdür ama bu sistemin içinde herkes vardır. Dolayısıyla, sistemi değiştirmeye, kendi küçük dünyalarımızdan başlamak zorunluluktur. Sistemi suçlayıp, zaman zaman (1 Mayıs gibi günlerde) ibadet edercesine meydanlara koşmak yeterli midir? Elbette ki değildir. Böyle şeylerin yapılmasına itirazım yok ama, bu tür şaşahalı olayların ateşi çabuk söner. Bunların dışında, toplumsal dönüşüm için, gerçekten kalıcı, günlük yaşamımızı da içine alan, anarşist düşünce ve politikaların yaşama geçirilmesidir.

Geçen Ekim ayında, Direnistanbul çok güzel, övgüyü hak eden pratikler sergiledi günlerce. Balat, Tozkoparan ve buna benzer mahallere uzanan bir direniş festivaliydi bu. Keza, Keredeniz İsyanda, Mersin Anti Nükleer Festivali gibi oluşumları da saymak yerinde olacak. Buralarda mücadele veren, evsizilerin, susuzların, tarlası -bahçesi ve köyü yıkılanların, işten atılan mazlumların bir parçasıyız.. Kimseye önderlik etmek gibi bir düşüncemiz olamaz, olanlarla da mücadele ederiz. “Biz” sadece, bu kalabalık mazlum çoğunluğun bir parçasıyız.

Sistemin yıkıcılığını görmek için de anarşist, solcu vb olmak gerekmez. Yığınlarca insan bunun farkında ve bilincindedir. Çoğunun,”kaderdir ne yapsa yeridir”, diye mırıldandığını duyar gibiyim. Fakat, insanları sokağa taşımayan, duyarsızlıkları değil, gerçekten bir umudu ateşleyecek mücadele örnekleri göremediklerindendir. SonTekel İşçileri mücadelesini burada olumlu bir örnek olarak anmakta yarar var.Hem işciler, hem dayanışma gruplarının gösterdiği pratik açısından. Artık birşeyler eskisi gibi değil sanki. İnsanlar direniyor!

Bugüne kadar yaşanan devrimci pratikler hep yenilgiyle sonuçlanmıştır. Bunların detaylarına girmek, bu yazının sınırlarını aşar. Yalnız şu kadarına değinmekte yarar var:

1936 İspanya Devriminin esas yenilgisi, devrimi erteleyip, faşizmle savaşı esas almasıdır. Halbuki, savaşmak için savaş değil, devrim için savaş olmalıydı. Ancak ve ancak bu yöneliş, devrime katılan yığınların ruh ve bedenini sağlam tutabilirdi.

Kim ne derse desin, barış, savaştan güçlüdür. Barış’ın ANARŞİSİNİ yaratmak pasifisim değildir. Varolan topluma alternatif olarak, yaşamın her alanını kapsayan yaşam deneyimleri neden olmasın? Örneğin, Mimari de dahil, cocuk bakımı, aşk hayatımız, ev işleri, sosyal ilişkiler, iş yaşamı, sistemi yıkmak kadar anarşist politikaların içindedir, olmak zorundadır. Sistem de bunları, bizim adımıza örgütleyerek ayakta durmuyor mu?

Anarşi bir dönem yaşanan öğrenci hobisi değil, yaşamın kendisidir. Örgütlenmeyi önemser. Hiyerarşik örgütlenme va kurumlara karşı olması demek, örgütlenmeyi reddediyor anlamına gelmemektedir. Yukarıdan dayatılan disiplin değil, öz disiplini geliştirmeyi önemser.Var olan, yazılı yazısız yasa ve kurallarla değil, anarşist etik ve sorumlulukla davranmayı esas alır. Ve bir anarşist, toplumu değiştirmeden önce, kendisini değiştirmeyi esas almalıdır. Bu, uzun bir yolculuktur; her aşamada başkalarıyla, karşılıklı öğrenerek, deneyerek yürünecektir.

Anarşinin, mor ve pembe renkleri de vardır. Cinsiyetçiliğe, gay-lesbiyen, biseksüel, transeksüel ayrımına izin vermez. Irkçılığın, milliyetciliğin olduğu gibi, yaşlılara, çocuklara, hayvanlara, doğaya karşı ayrımcılığın, dışlamanın da karşısındadır.

Şimdilik aklıma gelen ve görebildiğim şeyler bunlar. Eminim, bunları paylaşarak daha iyisini yazmak mümkün. Önemli de değil. Ben sadece anladığım kadarıyla anarşiyi anlatmaya çalıştım.

Mücadele alanları belli. Önemli olan, bunların pratiğe geçirilmesidir. Bu toplumda olmaz diye birşey yok. Bugün olmazsa yarın hiç olmayacaktır.Unutmayalım ki, “küçük” “küçük” mücadele ve isyanların toplamıdır devrim. Olmadık bir sabah uyandığımızda yaşayacağımız ütopya hiç değildir.

Haydi öyleyse, sokak ve mahaller bizim, onları geri istiyoruz!

E. Ö.

Carnogursky: NATO çözülme aşamasında

Posted in Duyurular with tags on 31/03/2010 by Karakök

Slovakya Eski Başbakanı Carnogursky, yakın bir zamanda NATO’nun çözüleceği görüşünde.

Berlin (ysa) – Slovakya Eski Başbakanı Jan Carnogursky, yakın bir gelecekte Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) çözüleceği görüşünde. Rus Haber Ajansı Ria Navosti’nin Çarşamba günü Moskova ile Bratislava arasında gerçekleştirdiği bir video konferansına dayanarak bildirdiğine göre Slovakya’nın eski Başbakanı Carnogursky, NATO’nun geleceği ile ilgili karamsar olduğunu ve çok yakın bir zamanda çözülme aşamasının başlayacağı yönünde ifade kullandı.

Ria Navosti, düzenlenen video konferansında Carnogursky’nin söyleminde aynen şu ifadeye yer verdiğini savundu: „Benim şahsi görüşüm o yöndedir ki, NATO’nun genişlemesi, Avrupa’daki işbirliğini güçleştirmiştir. Öyle sanıyorum ki, çok yakında örgütün çözülmesi gündeme gelecektir, çünkü gelişmesi için ortada hiçbir gerekçe yoktur.“

1989 yılının Kasım ayında „Kadife Devrimi“ adı verilen kansız devrimle sosyalizmden kapitalizm düzenine geçen Çekoslovakya 1993 başında barışçı bir biçimde ikiye ayrıldı. O günden bu yana Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak varlığını sürdüren bu iki ülkede geniş çaplı ekonomik reformlar yapıldı. Slovakya 29 Mart 2004’te NATO’ya kısa bir süre sonra da Avrupa Birliği’ne girdi (1 Mayıs 2004).

Yazan: Yücel Sivri

3 Nisan Cumartesi, saat 20.00’da Emek Sineması yeniden açılıyor.

Posted in Direnis, Duyurular with tags , on 31/03/2010 by Karakök

Herkesi açılışa bekleriz..

Emek Sineması’nı  Yıkıyorlar…

Haberiniz var mı? Emek Sineması’nı yıkıp, yerine alışveriş merkezi yapacaklar ve binanın sekizinci katına göstermelik bir sinema salonu yerleştirecekler. Planları en başından beri buyken, “yıkmayacağız, yeniden yapacağız” diyerek, yalan söyleyerek, Emek’e sahip çıkacak olanları oyalamaya, oyuna getirmeye, geceden sabaha Emek’i bizden almaya çalışıyorlar.

Emek Sineması’na Sahip Çıkıyorum

Ben bu oyuna gelmediğimi ilan ediyor, Emek Sineması’na sahip çıkıyorum.
Güzelim salonunda izlediğim filmler için, sevgilimle ilk kez Emek Sineması’nda el ele tutuştuğum için, kendi hatıralarımın, kişisel tarihimin arkasından durabilmek için  sahip çıkıyorum Emek Sineması’na.

Günden güne kapitalizmin vitrinine dönen İstiklal Caddesi’ni adımlarken utanmamak için sahip çıkıyorum.

Emek Benim, İstanbul Benim

Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin ya da öncesinde Sinema Günleri’nin bütün önemli etkinliklerinin gerçekleştirildiği Emek Sineması’nın son sekiz aydır kapalı olmasına İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı başta olmak üzere tüm “sanat” çevresinin sessiz kalışına isyanım var!
Yıkanların, yıkımı  gizleyenlerin, bütün bunlara şahit olup da susanların cepleri kentsel dönüşümün rantıyla dolu. AKP hükümetinin 2002’den bu yana küresel kent olma yolundaki İstanbul’da kentsel dönüşüm, yenileme, yeniden canlandırma kavramları arkasına gizlemeye çalıştığı tüm uygulamaları kamu yararına aykırı bulduğum için Emek Sineması’nın yıkılmasına karşıyım.

Yapılanın düpedüz devletin tüm olanaklarının kimilerine benzersiz kârlılıkta sermaye aktarımı olduğunu fark ettiğim için sessiz kalmıyorum.

Tarlabaşı’ndan Başıbüyük’e, Fener-Balat-Ayvansaray’dan Likör Fabrikası’na, Galataport’tan Kartal’a, Üçüncü Köprü’den Dubai Kulelerine, Sulukule’den Atatürk Kültür Merkezi’ne tüm örneklerde bölge halkının yararı, hakları buharlaşıyor, kamusal gereksinimler yok sayılıyor ve kamusal olanaklar “özel” olanın hizmetine sunuluyor.

Atatürk Kültür Merkezi’nin bir kültür-sanat mekanından bir ticarethaneye dönüştürülmesi “projesi”de Sulukule’nin “temizlenmesi” de, kent merkezindeki devlet okul ve hastanelerinin satışa çıkartılması da, Ayazma sakinlerinin yerlerinden edilip TOKİ binalarına zorla yerleştirilmeleri de, Beşiktaş’taki Akaretler otobüs durağının kaldırılması da tıpkı Emek Sineması’nın yıkılması ve yerine inşaa edilecek alışveriş merkezinin en üst katına taşınması (!) gibi bu politikanın sonucudur.
Saygın Hanımlar ve Beylerin  bu tür meselelerde hep hem kör hem sağır hem de dilsiz olmalarına artık bir son vermek için, paraya tamah edenle etmeyeni herkesin görmesi için, Emek Sineması’nı yıktırmayacağım.

Emek Benim, İstanbul Benim, Yıktırmıyorum!

İSYANBUL KÜLTÜR SANAT VARYETESİ
isyanbulkultursanatvaryetesi@hotmail.com
http://emeksinemasi.blogspot.com/

3 Nisan Cumartesi, saat 20.00’da Emek Sineması yeniden açılıyor.
Herkesi açılışa bekleriz..

Tarih: 3 Nisan Cumartesi
Yer: Emek Sineması. İstiklal Cad. Yeşilcam Sok. No:5
Saat: 20.00
Film Gösterimi: 21.00
Film Kameralı Adam , Dziga Vertov, 1929, SSCB, 68 dk.

FİLM: KAMERALI ADAM
Dziga Vertov (1929)
Sovyet yönetmen ve kuramcı Dziga Vertov, deneysel kurgu ve yenilişkçi özel efektler kullanımı aracılığıyla, dünyaya yeni bir bakış yöntemi yaratmaya girişmişti. Sovyetler Birliği’nin hayatındaki bir günün heyecan uyandırıcı portresi olan ve neredeyse kübist sayılabilecek çalışması olan film öyle enerjik biçimde yaratılmış ve işlenmiştir ki, ve onlarca unutulmaz görüntü sanki siz daha onları hazmedemeden öyle bir geçip gitmektedir ki, projeye uygulanan siyasal kısıtlamaları bir yana bırakıp, 20 Yüzyıl kent yaşamının en büyük sinemasal methiyelerinden biri olarak filmin tadını çıkarmak kolaydır.

Hotmail: Trusted email with Microsoft’s powerful SPAM protection. Sign up now.

“LGBTT Hakları İnsan Haklarıdır”

Posted in Haberler with tags on 30/03/2010 by Karakök

Uluslar arası Af Örgütü, kapatılma davasının ilk duruşması geçtiğimiz ay gerçekleşen Siyah Pembe Üçgen Derneğinin örgütlenme özgürlüğüne yönelik ihlale dikkati çekmek için bir eylem gerçekleştirdi.

26-27 Mart tarihlerinden 5. Olağan Genel Kurulunu gerçekleştiren Uluslar arası Af Örgütü Türkiye Şubesinin Genel Kuruluna katılmak üzere gelen üyeler 26 Mart Cumartesi günü kurulun yapıldığı yerden başlayan ve Galatasaray Lisesi’nin önündeki saat 13’te yapılan basın açıklaması ile son bulan bir eylem gerçekleştirdiler.

“LGBTT Hakları İnsan Haklarıdır” yazılı bir pankart ve Siyah Pembe Üçgen Derneği’nin kapatılma talebini protesto eden pankartlarla yürüyüş gerçekleştirildi. Tek sıra halinde yürüyen katılımcılar kollarına siyah üzerine pembe bir üçgenin yer aldığı bir bant takarak 2. Dünya Savaşı sırasında kamplarda toplanan ve pembe üçgenlerle damgalanan eşcinsellere göndermede bulundular.

Kaos GL

Vicdani retçi Enver Aydemir tahliye edildi…|

Posted in Haberler with tags on 30/03/2010 by Karakök


03 29th, 2010

Vicdani retçi Enver Aydemir tahliye edildi…

Eskişehir askeri cezaevinde tutuklu bulunan vicdani retçi Enver Aydemir, bugün gerçekleşen duruşmasında tahliye edildi. Az önce Avukatı Davut Erkan tarafından yapılan açıklamaya göre; tutuklu bulunduğu süre ile birlikte,10 ay kesinleşmiş ceza kararıyla jandarma şubesine götürülen Enver’in mevcutlu yada mevcutsuz olarak, Bilecik’te bulunan birliğine teslim edilmesi kararı verildi. Enver Aydemir halen Jandarma tarafından tutuluyor.

Alinti: ist ahali

‘TAŞ ATAN ÇOCUKLAR’ SORUNU ESAS OLARAK TARİHSEL, SİYASAL VE SOSYAL BİR SORUNDUR

Posted in Direnis, Duyurular with tags , on 30/03/2010 by Karakök

21 Mart 2010-BirGün Gazetesi

DİNÇER DEMİRKENT

Türkiye’nin gündemine ‘taş atan çocuklar’ ifadesiyle giren ve binlerce
çocuğun hukuk düzeninden kaynaklanan mağduriyeti bağlamında ortaya çıkan
sorunu hukuki, tarihsel ve siyasal boyutlarıyla Sezgin Tanrıkulu ile
konuştuk. Tanrıkulu, Halen Türkiye İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama
Merkezinin Bilim Danışma Kurulu Üyeliği görevini sürdürüyor. Bir süre önce
yayınlanan ‘İnsan Hakları Avrupa Mahkemesine Bireysel Başvuru El Kitabı’
dışında, meslektaşları ile birlikte yapmış olduğu çalışmalar ile insan
hakları ve hukuk alanında yayınlanmış makaleleri de bulunuyor.

*’Taş Atan Çocuklar’ ya da ‘TMK Mağduru Çocuklar’ şeklinde gündemimize

giren olayın hukuki olarak tanımı, içeriği ve kapsamı nedir?* Bu konuda bir hukuki tanım, içerik ve kapsam belirlemek bence bu mevzuat
karşısında mümkün değil. Niye diyeceksiniz? Bir defa, suç tanımlarının
belirsiz olduğu bir mevzuatla karşı karşıyayız. Suç fiilinin bireyselliğinin
ve kanıtlanabilirliğinin takdir hakkına bu kadar devredildiği bir mevzuatı,
demokratik hukuk devleti olduğunu iddia eden başka bir devlette bulabilmek
çok zordur.
Ancak, böylesine geniş takdir hakkı tanıyan mevzuatın uygulaması, güvenlik
ve yargı bürokrasisinin takdirine ve ‘hoşgörüsüne’ bırakılmıştır.
Dolayısıyla bence ilk konuşulması gereken, çocuklardan daha öte bu
kuşatılmışlıktır…
Kuşkusuz bu konuda benim söyleyeceklerim ile birlikte çalıştığımız girişim,
sivil toplum örgütleri ve baroların ortaklaştırdıkları görüşlere bakılması
gerekir. Ancak bu sorun yeni bir sorun değil ve bir çığ gibi büyüyerek şimdi
toplumun gündemine geldi. 1997 yılında mahkeme kayıtları üzerinden yaptığım
bir araştırmada, sorunun o tarihten geriye 13 yıllık birikimine dikkat
çekmiştim. O günden bugüne bu sorun katlanarak büyüdü.
Bu sorun sadece TMK ile de ilgili değildir. Genel olarak suç ve ceza
kavramları bireysellikten ve kanıtlanmış olmaktan çıkarılmıştır.
İçerik olarak kimlikleri ve varlıkları kendileri tarafından bile
tanımlanamayan, ancak varlıklarının inkâr edildiğini hisseden, yaşayan
çocukların, evet tüm uluslararası normlar ile gerçek anlamda çocukların,
içinde büyüdükleri şartlara karşı büyük bir öfkeleri vardır.
Kapsam olarak ise bu sorun ‘Kürt bölgesi, Kürt çocukları ve Kürtlerin
eylemleri’ ile sınırlı bir adli, hukuki ve siyasi uygulamayı ifade
etmektedir
Şu örnekler belirttiğim bu tespitleri somut olarak ortaya koymaktadır.
*Bu çocukların yargılandığı ve cezalandırıldığı TMK’nın 5. maddesi, 7.
maddesi ve 17. maddesi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na ve Türkiye’nin
imzalayarak taraf olduğu uluslararası anlaşmaların tamamına açıkça
aykırıdır.
*Bu çocukların yargılandığı ve cezalandırıldığı TMK’nın 9. ve 13. maddeleri
ile Türk Ceza Kanu’nun 220/6-7 ve 314/4 maddeleri Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası’na ve Türkiye tarafından imzalanan uluslararası anlaşmalara
aykırıdır.
*Kanunla ihtilafa düşen çocuklara dair Anayasa’da, Çocuk Koruma Kanunu’nda
ve BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
hükümlerinin çocuk polisi, savcılık ve mahkemeler tarafından uygulanması ve
özellikle istenmesi, çocukların soruşturmalarının Çocuk Savcısı tarafından
bizzat yürütülmesi şartları mevcut değildir ve uygulanmamaktadır.
*Diyarbakır Valiliği İl İnsan Hakları Komisyonu ile Türk Tabipler
Birliği’nin Nisan 2009’da Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi’ne yaptıkları
ziyaretler sonucunda hazırladıkları raporlarda bu sorunlara ilişkin
yaptıkları tespitler ile çözüm önerileri dikkate alınarak bir an önce ilgili
kurum ve kuruluşların cezaevi koşullarına yönelik çalışmalara başlaması
gerekmektedir.
*Son olarak, bütün bu anti-demokratik uygulamaların nedeni olarak gösterilen
‘Kürt sorununun’ demokratik ve barışçıl temelde çözümü için gerekli anayasal
ve yasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir.

*Bu mağduriyetin ortadan kalkması için TMK’da yapılması öngörülen

değişiklikler yeterli midir? *Hayır yeterli değildir. Mevcut tasarıyla yapılması düşünülen değişiklik
TMK’nın 3 maddesinin, yani 5., 9. ve 13 maddelerinin değiştirilerek,
çocukların işlediği suçların TMK kapsamından çıkarılmasını öngörmektedir.
Daha önce de belirtmiş olduğum gibi verilecek cezalarda kısmi bir indirim
olacak ama sorunun esası çözülmeyecektir.
Örneğin, TCK’nın 220. maddesinin 6. fıkrasında ‘örgüt üyesi olmamakla
birlikte, örgüt adına suç işleyen kişi, ayrıca örgüte üye olmak suçundan
cezalandırılır’ düzenlemesi yer alıyor.  İşte benim ‘mahkeme kararıyla örgüt
üyeliği’ olarak tanımladığım bu yasal düzenleme ve bu siyasi algı mevcut
olduğu sürece, alt sınırı 3 yıl hapis cezası olan yasal düzenleme tek başına
bile çocukların mağduriyetlerinin devamını sağlamaya yetmektedir. En önemli
sorun da bana göre bu düzenlemedir. Devlet ve güvenlik-yargı bürokrasisinde
egemen olan anlayış ve siyasi algı her Kürt’ün potansiyel olarak bir PKK
üyesi olduğu şeklindedir. PKK karşıtı örgütlere üye olan ve hiçbir şiddet
olayıyla ilgisi olmayan birçok Kürt bile mahkemelerde, polis sorgularında ve
hatta bir kısım basın organlarında PKK üyesi olarak yargılanmakta,
sorgulanmakta ve adlandırılmaktadır. Bunun binlerce örneği mevcuttur.
Devlet, özellikle de güvenlik ve yargı bürokrasisi Kürtleri ve özellikle de
Kürt çocuklarını ‘potansiyel tehlike, terörist, bölücü’ gibi ötekileştiren,
dışlayan, peşinen mahkûm eden söyleminden ve eyleminden vazgeçmelidir. Bunun
yerine, örneğin ‘türban’ sorununda olduğu gibi genel olarak Kürtlerin ve
özel olarak da Kürt çocuklarının isyanlarının ve mağduriyetlerinin temel
nedenlerine inme cesaretini ortaya koymalıdır.
Cezaevlerinde uzun zamandan beri tutuklu bulunan çocukların (çocukları
cezaevinde tutarak terbiye etme düşüncesinden bir an önce sıyrılarak çocuğun
yüksek yararı ilkesi temelinde) tahliye edilmeleri gerekmektedir. Çocukların
tutuklanmaları, cezaevlerine konulmaları ve çok uzun süre cezaevlerinde
tutulmaları, terör suçları ile cezalandırılmaları gelecekte gösterilere
katılmalarını önlemeyecektir. Uzun yıllar cezaevinde tutulan çocuklar,
cezaevinde kaldıkları süre zarfında tabi tutuldukları koşullar, gördükleri
muamele ve yargı erkinin uyguladığı adalet sistemine olan inançlarını
giderek kaybetmeye başlamaları; onların yaratıcı ve üretken kişiliklerini
yok edecek; yaralanmış, intikam peşinde koşan nefret dolu bireyler haline
getirecektir.
Okulda “roj baş” diyemeyen 12 yaşında ve henüz yeni soyut düşünme yetisine
sahip olmaya başlayan bir çocuğun karşılaştığı muamele, bir sonraki gün
kendi mahallesinde, şehrinde bir topluluk veya protesto esnasında panzere
veya polise taş atmak ile sonuçlanmaktadır. Gerçek budur ve bu gerçek
kavranmadan hukuk ve adalet de gerçekleşemez.

*Bir yazınızda bu çocuklar için ’90 kuşağı çocuklar’ ifadesini kullanıyor

dolayısıyla da sorunu aslında hukuki olmaktan ziyade, tarihsel-politik bir yerde konumlandırıyorsunuz. Ama bir yandan da hukuki mücadeleyi verenlerin
başında geliyorsunuz. Bu ikisi arasında nasıl bir bağ vardır? Yani çocuklar
için adaleti çağırırken bu ‘adalet’ ifadesi hukuki bir çağrı olarak mı
anlaşılmalı, yoksa siyasi bir çağrı mı?
*Elbette ki ‘taş atan çocuklar’ sorunu esas olarak tarihsel, siyasal ve
sosyal bir sorundur. Sorunun hukuki boyutu ise bu çocukların mevcut hukuk
sisteminde karşılaştıkları mağduriyet durumu ve hatta bütün geleceklerinin
mevcut hukuk sistemi, yasalar ve siyasal algı ile karartılması sorunudur.
Ayrıca bilindiği üzere tarihsel, sosyal, siyasal, kültürel bir arka planı
olmayan bir hukuk da yoktur, olamaz da zaten. İşte tam da bu nedenden dolayı
ben bir yandan mesleki kimliğimle bu sorundaki mağduriyetin kaldırılması
için bir hukuk mücadelesi içinde yer alırken, aynı zamanda sorunun gerçek
muhtevası, yani tarihsel, sosyal ve siyasal arka planı hakkında
tespitlerimle de bir insan olarak ve insan hakları mücadelesinin bir üyesi
olarak adaleti istemekteyim. Bu iki durum birbirini dışlayan değil,
birbirini tamamlayan, biri diğerinin nedeni ve sonucu olan durumlar ve
tutumlardır.
‘Taş atan çocukların’ kimler olduğu, niçin taş attıkları, kime taş
attıkları, nerede taş attıkları soruları sorulmadan, bunlar araştırılmadan,
cevaplanmadan ve de anlaşılmadan yapılacak bir hukuksal düzenlemeyle adalet
sağlanabilir mi? İşte bu nedenlerden dolayı benim hukuk mücadelem aynı
zamanda bir adalet mücadelesidir ve dolaysıyla siyasal, sosyal bir içeriğe
de sahiptir.
’90 kuşağı çocuklar’, devlet katında ve resmi belgelerde ‘düşük yoğunluklu
savaş’ olarak adlandırılan ve pratik yaşamda faili meçhul cinayetlerin kol
gezdiği, köy yakma ve boşaltmaların zirveye çıktığı, şehirlerin köyleştiği,
işsizlik ve yoksulluğun toplum yaşamını felç ettiği bir dönemin, kimliği yok
sayılan, dili inkâr edilen, evi yakılan, büyükleri öldürülen veya
hapsedilenlerin çocuklarıdır.
Toplumun geleceği olarak gördüğümüz bu çocukların daha fazla yara
almalarının ve toplumun kanayan yarası haline gelmelerinin önüne geçmek
için, hukukun üstünlüğü ilkelerinden uzaklaşarak öç alma gayesiyle
hazırlanan kanunların ve öngörülen ceza oranlarının, insan onuru ve
demokratik hukuk devleti değerleri temelinde değiştirilmeleri acilen
gerekmektedir.
Çocukların konuldukları cezaevi ortamı, çocukların gelişimi, eğitimi
açısından engelleyici ve örseleyici olup, topluma yeniden kazandırılmaları
yönünde büyük engel oluşturmaktadır. Yargılama sürecinin çok uzun sürmesi,
sonucunun belirsizliği ve çocukların hâlâ o koşullarla cezaevlerinde
tutulmaları, yaşadıkları örselenmenin üzerine ek bir tahribat
oluşturacaktır.
İşte hukukçu olarak mesleki kimliğimle ön plana çıkardığım bu boyutlar
kalıcı, demokratik, çocuk hakları ve uluslararası sözleşmelere uygun bir
hukuki çözümün de temel gerekçelerini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, bu
gerekçeleri ve gerçekleri dikkate almayan hukuksal düzenlemenin sonuç alıcı
değil, sorunu erteleyen ve kısmen de kalıcılaştıran bir rol oynayacağını
düşünüyorum.

*Kamuoyunda vicdan üzerinden kurulan tartışmanın aslında iki tarafı var.

Birinci taraf, devlet vesayetini ailelerin de üzerine yükleyerek, “çocuklarınıza sahip çıkın, sokaklara salmayın” çağrısını bir tür vicdan
çağrısı olarak kullanıyor. Bunun soldan da örnekleri var. Filistin’deki
çocuklara alkış tutarlarken vicdanları Kürt çocuklarının sokaklara
salınmaması yönünde karar veriyor. Diğer taraf da çocuklara reva görülen bir
zulme karşı vicdanı devreye sokuyor. İki taraf için de bu vicdan algısında
bir sorun var mı sizce?*
Evet, var! Diğer sorulara verdiğim cevaplarda da özellikle siyasal algı
biçimine yaptığım vurgu bu nedenledir ve tüm taraflar için geçerlidir.
Biri, kendisi için değerli ve mübah olarak gördüğü şeyi, diğeri için
değersiz ve suç olarak değerlendirmektedir. Sorunuzda da vurguladığınız gibi
devlet ve toplumun önemli bir kesimi katında Filistinli çocuklar için “one
minute” denilebiliyor, ancak benzer şekilde ‘taş atan çocuklar’ Kürt
oldukları zaman ve bu taşlar Türkiye’de atıldığı zaman sorun oluyor, ‘terör’
oluyor! Bu çifte standarttır ve sorunludur.
Öte yandan Kürtlerin hak ve özgürlükleri için mücadele içinde veya
iddiasında olanların da, şiddet ve özellikle de çocukların şiddet
kullanmayla bağlarını teşvik edecek, takdir edecek ve destekleyecek tutum ve
davranışlar içinde bulunmaları da sorunlu bir durumdur. Bu tür toplumsal
sorunlarda her ne kadar her zaman, her şeyi ve herkesi kontrol edebilme
imkânı örgüt açısından mümkün olmazsa bile, şiddet kullanımının çocuklar
arasında yaygınlaşmasını teşvik etmemek de önemli bir sorumluluktur. Bu
sorumluluk yerine getirilmeden vicdani bir serzenişte bulunmanın en azından
inandırıcı olabilme ihtimali zayıftır ve sorunludur.

*Değişik alanlarda hukuki boyutları olan ve sorunları kökleştiren çeşitli

uygulamalar açılımlar döneminde devam etti. Belediye başkanlarının tek sıra halindeki kelepçeli görüntüsü örneğin gözümüzün önünde. Çocuk tutuklu ve
hükümlüler için de böyle bir durum söz konusu. Demokratik açılım iddiası ve
bu yaşananlar arasında bir bağlantı ya da çelişki görüyor musunuz?
*Süreç içinde farklı sıfatlar kazanan ‘açılım’ politikası ile bu yaşananlar
arasında elbette ki bir ilişkinin olduğu algısı toplumda mevcuttur. En
azından sıradan vatandaş bu uygulamaların siyasal iktidarın onayı olmadan
gerçekleşemeyeceği görüşündedir. Maalesef Türkiye’de genel olarak hükümet,
devlet ve toplum ilişkileri ekseninde dünden bugüne var olan uygulamalar ve
bugün de egemen olan algı böyledir. Böyle bir algı, ‘açılım’ politikasının
hızlandırılması, Kürtlerin kendi kimlikleriyle toplum yaşamına ve özellikle
de siyasal yaşama katılabilmelerinin, kendilerini ifade edebilmelerinin,
örgütlenebilmelerinin, kısacası Kürt olarak var olabilmelerinin hukuki
olarak meşru zeminlere taşınmasını sağlayabilecek düzenlemelerle ortadan
kaldırılabilir.
Yargının siyasallaştığını belirten bir hükümet, bu siyasallaşmanın sadece
hükümetin engellenmesini hedefleyen sorunlarla ilgili ve sınırlı olmadığını,
aksine sorunuzda belirttiğiniz uygulamalarla de böyle bir görüntü verdiğini
telaffuz edebilseydi muhtemelen böyle bir bağlantı ve ilişki
kurulmayabilirdi. ‘Kelepçeli’ görüntüler hakkında bir iç soruşturmanın bile
yapılmamış olması, bunun rutin bir uygulama olduğunun bu hükümetin İçişleri
Bakanlığı’na bağlı birimlerce teyit edilmesi, hükümetin bu konudaki
sorumluluğunu artırmaktadır. Bir soruşturmanın başlatılmış olması elbette ki
olumlu bir yaklaşımdı, ancak ortaya çıkan sonuç ve sorumluların tespit
edilmemesi ve cezalandırılmaması bu konudaki samimiyetin bizim açımızdan
önemli bir ölçütüdür. Soruşturma öncesi yaratılan atmosfer böyle bir
uygulamanın yapılacağı öngörüsünü bende yaratmıştı ve önceden dostlarımla
paylaşmıştım bu görüşüşümü de. Bu devlete halen hâkim olan ve bu hükümet
tarafından da bu tür uygulamalarla hayata geçirilen ‘teslim alma’
zihniyetini yakın tarihimiz mahkûm etmiştir, bundan sonra da her hayata
geçirilme biçimini de tarihi yazanlar mahkûm edeceklerdir